Dün dünde kaldı cancağızım. Bugün yeni şeyler söylemek lazım!” (Mevlana C. Rumi)
Olayları analiz etmek ve gelecek trendleri öngörmeye çalışmak için kullanılabilecek birçok yöntem var. Çoğu zaman içinde bulunulan şartların devam edeceği varsayılır, lineer diyebileceğimiz tahminler yapılır ve çoğu zaman da geçerli yöntem olarak kabul edilir. Bunun böyle olmasının önemli sebeplerinden biri de sürüden ayrılmama güdüsüdür. Sürüden ayrılan kuzuyu kurt kapar olarak da adlandırabileceğimiz bu risk algısının derin evrimsel sebepleri vardır. Modern zamanlarda bu durum fikir sahibi olamamak veya olunsa bile seslendirmekten korkma şeklinde gösterir. Keynes’in nerdeyse yüzyıl önce ifade ettiği gibi herkesin yaptığını yapıp batanlara gösterilen merhamet asla farklı şeyler yapmak isteyenlere gösterilmez. Hatta Keynes’e göre farklı şeyler deneyerek başarılı olanların bu başarıları dahi takdir edilmek istenmez ve başarıları egosantrik karakterlerine bağlanır. Aradan geçen yüzyıla rağmen pek de bir şey değişmediğini düşünüyoruz. Herkesin yaptığını tekrar etmek özellikle idare etmek isteyenler için idealdir ama topluluklar için yeterli değildir. Hatta bir organizasyonun başarısızlığını garantilemek için en uygun yöntem biçimi farklı fikirleri boğmaktır. Aynı şeyin yatırım dünyasında, daha makro ölçekte ve değişik disiplinler arasında da geçerli olduğuna dair sayısız örneğe tarihte rastlamak mümkün.
Birçok edebiyat eserinin ekonomik, sosyal ve yatırım trendlerini öngörmede iktisatçılara nazaran çok daha başarılı olduğunu görüyoruz. Bunun sebebinin de holistik bir yaklaşım benimsemeleri olduğunu düşünüyoruz. Örneğin, Jack London’un 1908 yılında yazdığı Demir Ökçe mükemmele yakın başarılı öngörülerde bulunmuştur. Diğer bir eser de Frank Herbert tarafından yazılan Dune’dir.
Aslında Herbert’in amacı geleceği tahmin etmek değildi. Anlaşıldığı kadarıyla yazar bazı risklere karşı uyarılarda bulunmak istiyordu.
Yazar, yaşadığı 1960’lı ve 1970’li yıllarda artık gündemde olmayan ve çoğunluk tarafından bir daha gündeme gelmeyeceği düşünülen konularda okuyucularını uyarıyordu. Herbert artık tarihin tozlu raflarında yer aldığı düşünülen konularda, çok daha eski tehlikelere dikkat çekiyordu. Bunlar arasında tröst ve kartelleşmenin risklerine, oligarşinin açgözlülüğüne, feodalizmin çatışmalarına ve siyaset ve din arasındaki çok sıkı bağlantıdan kaynaklanan tehlikelere dikkat çekiyordu. Bu uyarıların yapıldığı dönemde ise bu sorunlara artık geride kalmış, “halledilmiş” veya üstesinden gelinmiş mevzular olarak bakılıyordu. Herbert sadece içinde yaşadığı dönemin trendlerini lineer bir şekilde geleceğe projekte etse de bu senelerin ardından gelen vahşi ve köktenci Thatcher – Reagan neoliberal dönemini kesinlikle başarılı bir şekilde tahmin edemezdi.
Herbert, bu eski tehlikelere ilaveten Dune yayınlandığında (1965) insanlık için nispeten yeni keşfedilen bir tehlike olan -ekolojik kırılganlığı- ekledi. Kendisinin o konudaki öngörüleri de maalesef gerçekleşme yolunda ilerliyor.
Tabii ki geleceği kesin çizgiler ile tahmin etmek imkansız ve bu konuda başarılı olanlar da özellikle detaylarda hata yapabiliyor. Bunun sebeplerinden biri de geleceği belirleyen veya en azından etkileyen serbest iradenin varlığı. Diğer bir deyişle gidişatı değiştirmek için yapılanlar.
Mesela Jack London’un tahmin ettiğinden farklı olarak faşizm Amerika’da değil Avrupa’da başladı. 1930’lu yıllarda ABD, Avrupa’nın birçok ülkesinin aksine faşizme bulaşmadan geçirdi. Bunda ise ekonomik depresyonda ekonomiyi stabilize etmeye çalışan ve işçi sınıfının tamamen ezilmesini önlemeye yönelik alınan bir dizi tedbir etkili oldu. Bunlar arasında; 1935 yılında hayata geçirilen İşsizlik maaşı, 1936’da yürürlüğe giren sekiz saatlik iş günü, 1949’a kadar yaygın olan yaralanma durumunda işçinin tazminatı, 1935’te onaylanan hükümetin, asgari yaşam standardını koruyan yoksullara destek vermesi, 1938’den beri uygulanan asgari ücret, 1935’te kabul edilen sendikalaşma hakkı ve grev için resmi bir sistem maddeler vardı.
Bugüne geldiğimizde ise çok farklı görüşlerden gelenlerin ve genel olarak çoğunluğun uzlaştığı konulardan biri enflasyonun düşük kalacağı hatta deflasyon riskinin ağır bastığı. Bizim görüşümüz bunun nerdeyse tam tersi. Önümüzdeki dönemde enflasyonun dünde, tarihin tozlu raflarında kalmadığını en önemli gündem maddelerinden biri haline geleceğini düşünüyoruz. Son enflasyon verileri açıklanmadan yayınlandığımız son aylık raporumuzun da başlığı “Enflasyonun Dönüşü” idi.
Yaklaşmakta olduğunuz döneme hazırlık yapmayı bırakın, bizce çoğunluk ve konsensüs henüz doğru soruları dahi sormaktan uzak. Uzun bir enflasyonla mücadelede öğrenilenlerin çoğu, uzun süren bir yükseliş dönemine yatırım yaparken de faydalı değildir.
1966’dan 1982’ye kadar yatırımcıların keşfettiği gibi enflasyon, bilinen kuralların çoğunu ters yüz ediyor. Bu sefer geçiş daha da zor olabilir. Bizce ne şirketlerin büyük çoğunluğu ne de yatırımcılar bu geçişe hazır değil. Öte yandan geçmişten farklı olarak bankaların kredileri ile para tabanları hızla artıyor. Bu durum 2008 krizi sonrası gördüğümüz bir manzara değildi. Örneğin, ABD’de M2’nin artış hızı yıllık yüzde 18’e ulaştı ki bu artış oranları Dune’nin yazıldığı 1960 ve 70’lerde bile görülmemişti.
Avrupa’da ise M3 artış hızı yüzde 9’lara ulaştı. Çoğunluğun aksine bu artışların geçici olmadığını ve önümüzdeki dönemin enflasyon tohumlarının ekildiğini düşünüyoruz.
Murat Berk
bloomberght.com – 09.07.2020